Toronto’ya döndüğümden beri, İstanbul’da tazelenen ayrılık acımı dindirmek için Toronto’nun güzelliklerine konsantre olmaya çalışıyorum. Önce çiçek açan kiraz ağaçlarını görmek için şehrin en büyük parkı, hatta ormanı olan High Park’a gittim. Sanırım tüm şehir aynı Cumartesi sabahı, aynı şeyi yapmaya karar vermişti. İçinde olduğumuz vagonun tamamı High Park metro durağında indi ve benim kadar kayıp bir şekilde acaba parka nasıl gidiliyor diye etrafına bakmaya başladı.
High Park
Neyse ki Toronto Büyükşehir bizim için çalışıyordu ve metro durağından itibaren kiraz çiçeklerine oklarla yönlendirmeler yapmıştı 🙂
Parka vasıl olduğumda ise artistik bir bahar dalı fotoğraf çekmenin ne bana, ne de başkasına kısmet olmayacağını hızla anladım. O kadar kalabalıktı ve insanlar delirmiş gibi ağaçlarla selfie çekmeye çalışıyordu ki kendimi bir an Roma’da aşıklar çeşmesinin başında gibi hissettim.
Şikayet etmek bir yana tabii ki Toronto’nun multi-kültürel çehresi bir kere daha cilveli cilveli gülümsedi. Japon olduğunu düşündüğüm genç kızlar uçuk pembe kostümleriyle youtube yayınlarını yaparken, evlenecek çiftler geleneksel kostümleriyle ağaçların altında düğün fotoğraflarını çektiriyorlardı. O inanılmaz kostümlerin karşısında nutkum tutulup hızla bir kare çalmaya çalıştım. Ama tecrübeli organizatörler ben ve benim gibilerin gözüne parmak sokmak yerine, evli çiftin önüne çirkin bir merdiven koymuşlardı. Sadece kendi fotoğrafçıları güzel bir kare yakalayabiliyordu. Yine de belki merdivene rağmen anlaşılır umuduyla sizinle bu çalıntı kareyi paylaşıyorum.
Maalesef bulutlu bir gündü. Göğün bahar dalları ve nehirle buluştuğu majestik görsellerim yok ama High Park kesinlikle tekrar tekrar gidip, keşfedip, huzura ereceğim bir yer olacak, o kesin.
Royal Ontario Museum (ROM)
Kalabalıklara doyamadım, bir de dev dinozor ve mavi balina iskeletleriyle çocukların favorisi olan ROM (Royal Ontario Müzesine)’a gideyim dedim.
Üniversiteden arkadaşımın 5.5 yaşındaki kızı ne zamandır ROM da ROM diye tutturuyordu. Toronto’nun 1,5 saat kuzeyindeki Narrie‘den ailecek geldiler. Benim evim tek oda olduğu için karı koca otelde, küçük kız bende kaldı. Böylece onlara baş başa romantik bir gece fırsatı yaratırken, çocuklarla ne kadar anlaştığımı bir kere daha test etme fırsatı buldum.
ROM’a giriş $20, Mavi Balina bölümüne giriş $30’dı.
ROM’a gelecek ve bende kalacak diye heyecandan gözüne uyku girmeyen küçük kız Mavi Balina galerisinde beş dakika geçirdikten sonra hadi şimdi dinozorlara bakalım dedi. Verdiğin paraya mı yanarsın, gezemediğin ilginç sergiye mi?
Hepsinin Latince adını ezbere bilen yavrucak, dinozorlardan da 10 dakika içinde sıkıldı.
Çocuklar için oyun alanı gibi düzenlenmiş kısma ise bayıldı.
Kucağında bebeği, kaybolan diğer çocuğunun adını çığırarak volta atan babanın dramına da şahit olup, yarasa mağarası enstalasyonunu da hızlıca geçtikten sonra bir saatte bitirdiğimiz ROM’u sanki beş saattir geziyormuşuz gibi yorulmuştuk.
Bu yorgunluğun üzerine bir de otellerindeki havuza giren çılgın aile kuyruğu dik tutarken, ben yemekten sonra yorgunluktan ayaklarımı sürüyerek eve döndüm. Bir yandan elimden tutarken bir yandan da bıcır bıcır konuşan minnoşun hemen uyuyacağını benim de bloğumu yazacağımı düşünüyordum.
Nafile! En az bir saat krallı kraliçeli garip kart oyunları oynadıktan sonra ona doğum gününde aldığım dinozor kitabından iki koca bölüm okutan, Latince isimleri düzgün telaffuz edemediğim için beni düzelten 5 buçuk yaşındaki cadı, saat 10’da artık evin bütün ışıklarını söndürmeme rağmen yatağın ortasında, korku filmi karakteri gibi oturup ‘uykum gelmedi’ diye oturuyordu. Gözlerimden uyku akıyor. ‘yat zıbar velet!’ demek istiyorum ama demiyorum. Şimdi ağlar, bağırır çağırır, çocuktur belli olmaz. ‘Tamam şekerim sen uzan ben sana başka bir hikaye anlatayım şimdi’ dedim. Tamam dedi. Tamam da ne hikâye anlatacağım? En iyisi kendi hikayemi anlatayım dedim. ‘Uzuuun zaman önce, çoook uzaklarda küçük bir kız varmış . Anasının, babasının bir tanesiymiş….’ Valla liseye kadar geldim. Bir durayım bakayım, ‘sonra ne oldu?’ demezse uyumuştur dedim. Ohhh.. Uyumuş. Büyük ihtimalle ilk cümleden sonra uyudu ama ben korkudan hikayeme devam ettim 🙂
Güzide tecrübeler, bir iki de düşünceler…
Zaten sizinle de öyle bir ilişkim yok mu? Bir şeyler anlatıyorum ama kim duyuyor, kim dinliyor bilmeden. Daha önce de demiştim galiba, bazen insan kendine yaşadığını kanıtlamak, belki de izini bırakmak için hikayesini anlatıyor. Bir gün hikayemi hatırlayacak kimse kalmasa bile belki yazdıklarımın küçük bir parçası hiç tanımadığım birinin radarına takılır. Eskicide bulunan eski siyah beyaz fotoğraflar gibi. Belki hikayenin bir ucu o kişiye dokunur . Belki kendi yaşadığı bir tecrübe ile bağlantı kurar. Geride bıraktığım bir iki fikir, bir düşünce, belki bir farkındalığa, bekli bir kafa karışıklığının çözümlenmesine yardımcı olur. Kim bilir?
Kolektif bilincimize katkımız olduysa ne ala, sürçül ihsan eylediysek af ola.
Live Love Thank. Yaşa Sev Şükret. Çünkü biri olmadan diğerleri olamıyor!
çok çok uzaklarda yazılarınızı gıptayla okuyanlar var:) merak etmeyin 🙂
Belki..kimbilir..?” Öylesine yaşayan” öyle çok insan var ki yeryüzünde..
Belki bir kıvılcım bekleyen.
Ona ulaşacak bir gün yazdıkların.
sevgiyle ol hep cancağızım.