Osaka
Hızlı trenle vardığımız Osaka, Tokyo’dan daha büyük gibi geldi bana. Daha endüstriyel bir hissi var. Aynı kattan alt ve üst katın farklı yerlerine çıkarıp indiren Escherimsi kafa karıştıran yürüyen merdivenleriyle dev alış veriş merkezleri, geniş nehirlerle bölünen şehri birleştiren köprüleri, 1615 yılından beri üretim yapan kumaş dükkanlarıyla Osaka’nın göz korkutucu bir hali vardı.
Dördümüz ‘Yaramaz Kızlar 50. Yıl Pilavında’ olarak aramızda foto paylaşmak için whatsap grubu kurduk. Adını da daha kısa olsun diye ‘Vuro Gotuno’ koyduk. Affınıza sığınarak.. Kendi aramızda ‘Koy G%tüne Rahvan Gitsin’ özdeyişimizi Japonca nasıl söyleyebiliriz diye düşünürken ‘Vuro Gotuno’ ya karar verdik. Çok güldük. Grup adımız oldu. Çenenizi aşağı, boynunuza doğru eğerek ve kalın bir sesle Japonca konuşur gibi, hızlıca Vuro Gotuno derseniz, anlayacaksınız.
Osaka’daki ilk akşam, masa üstü mangalda, kendin pişir kendin ye, biftek ve sebzelerimizi Vuro Gotuno olarak yiyip otele döndükten sonra dürttüler beni.
Cumartesi akşamı Osaka’da hayat nasıl acaba. Ben bir yürüyüp gelcem dedim. Şansıma otelin dışında rehbermizle karşılaştım. Şurada ne var, burada ne var, aa insanlar n’apıyor derken hadi şöyle bir yürüyelim dedik. Her yer restoran, bar dolu.
Bana İstiklal Caddesiyle Balo Sokak arasındaki sokakları ve o sokaklardaki bitişik nizam, dört beş katlı, her katında tek bir daire olan binaları hatırlattı. Hepsinin önünde, farklı katlardan çıkan insanlar var.
Acaba içerisi nasıl dedik. Önümüzdeki binanın en üst katına asansörle çıkıp teker teker her kattaki mekana bakalım dedik. Her katta iki kapı vardı. Birini açtık, içerisi küçük bir mekan. Bir bar, barın etrafında oturan bir iki kişi. Sanki birinin evinin kapısını açmış gibi hissettik. Bizi görünce onların da suratı şaşkındı. Hemen kapıyı kapattık. Acaba özel bir parti miydi? Ayıp mı oldu. Öteki kapıyı açtık. O da öyle. Farklı insanlar, farklı mekanlar ama durum çok benzer. Bir alt kata indik. Bir kapı daha açtık. Oyun gibi, hani yere kapalı kapakların altındaki zarı bulmaya çalışırsın. Şansına ne çıkarsa. Bu defa daha güler yüzlü, daha fazla sayıda ve karaoke yapan birileri var. Kafalar da belli ki Cumartesi akşamına yakışır durumda. Gelin işareti yaptılar. Girdik. İngilizce şarkı, kesinlikle bu şarkıyı biliyorum ama adamın biri Japonca (galiba) söylüyor bu şarkıyı. Eyvallah. Alkışlıyoruz. Bizim de önümüze geliyor bir mikrofon ve bir karaoke menüsü. Aman Allahım hiç şarkı sözü bilmem, şarkı da söylemem kendi kendime. Ama Japonya’nın Osaka’sının Tarlabaşı’nda, şans eseri girdiğim, toplam 10 kişilik karaoke barda bir şarkı söylemezsem bu tecrübe boşa gider dedim ve 2000 yılında trafik kazasını geçirdiğim akşam, ya da ona yakın zamanlarda hayatımda ilk defa gittiğim karaoke barda söylemeye cesaret ettiğim tek şarkıyı yine seçtim. Beatles’dan ‘Help’. Hızlı bir temposu vardır. Sözleri basittir diye düşündüm. Başladı şarkı. Mikrofon elimde, artık Allah ne verdiyse, sözlerin hepsini yakalayamadıysam da sonuna kadar söyledim. Never Needed Any Body’s Help in Any Way. Now Those Days are Gone. Not so self-assured. Sağ olsun arkadaşlar Haruto, Asahi, Ichika alkışladılar. Birer de sake içtik. Kalkarken dedim çocuklar Türkçe bir özdeyiş vardır, çok anlamlıdır, söylemesi de biraz Japoncaya benziyor: Voro Gotuno! Hadi hep beraber söyler miyiz? VURO GOTUNO!! (Yukarıda tarif ettiğim gibi okuyun lütfen). Valla söylediler. Söylettim. Japonlara Vuro Gotuno dedirttim! Bu hikaye neden bana bu kadar zevk veriyor bilmiyorum ama Vuro Gotuno!
İşin komiği Live Love Thank takipçilerinden biri ilk Japonya yazısını okuduktan sonra şöyle bir yorum yazdı:
‘Orda bir japona Göz Göz Göztepe dedirttiğin videoyu paylaş binlerce beğeni aldırtacam🤩❤💛’ Demek ki Japonlara Türkçe bir şey söyletmeye çalışmak milli hobimiz. ‘Göz Göz Göztepe’ Japonca ayıp ya da küfür gibi bir anlama geliyor mu diye araştıracağım. Ama eğer değilse bir yolunu bulup Japonya’da bir Japon’a ‘Göz Göz Göztepe’ dedirtip videoya çektireceğim. Bakalım sevgili takipçimiz de sözünü yerine getirebilecek mi? Binlerce beğeni tam ihtiyacım olan şey olabilir! Yardımlarınıza açığım!
Kyoto
Kyoto bambaşka güzel bir şehirdi. Küçük sokaklardaki eski binaların içinde, hala geyşaların hizmet ettiğini öğrendiğim için belki, belki çakma kimonomu giyip sokaklarında yürüdüğüm için, belki de çay seremonisi ve bahar dansını izleyeceğimiz tiyatronun önünde bilet almak için sırada beklerken, hemen arkamızda Yayoi Kusama’nın çok ünlü, benekli bal kabağı heykelini gördüğüm için. Ne? Tam arkamızdaki galeride Kusama’nın sergisi mi var? Şu anda Toronto’da tüm biletleri neredeyse ilk günden tükenen, ‘Sonsuzluk Aynaları’ sergisi olan, Yoko Ono’dan sonra belki en çok tanınan Japon kadın sanatçı Yayoi Kusama’nın sergisi mi?
Kesinlikle görmem lazım. Galeri 6’da kapanıyor. Bizim çay töreni performansı tam 6’da başlayacak. Saat 5’i 20 geçiyor. Bilet sırasının sonundayız. Sıradan çıkamıyorum. Kafa sayısına göre bilet satıp içeri alıyorlar. Önlerden yer kapmanın önemini de rehberimiz söylemişti. Ok. Yapabilirim. Biletimi aldım. İçeri girdim. Önden ikinci sıradan yerimi kaptım. Çantamı koltuğa bıraktım. Yanımda oturan bizim gruptaki tatlı hanımlardan birine geleceğim diyip çantamı gösterdim. Hemen bizim gruptan başka biri ‘o koltuğa oturmayacak mıyım’ diye sordu. Hızlıca ‘hayır, hemen geliyorum, çantam orada, dedim ve alanımı korudum. Saat 5’i 35 geçiyor. Hala yapabilirim. Annemi falan unuttum. Rehberi buldum. Çıkıp geri gelebilir miyim? Evet ama 20 dakikan var. Ok. Kapıdaki adama da 15 dakikaya gelcem, bak elimde broşürüm, biletim’ dedim. Zorla göz kontağı kurdum.
Ko-şa-rak karşıdaki galeriye gittim.’ Bir bilet lütfen’. ‘Ama gişemiz 5 buçukta kapandı.’ ‘N’ayır! N’olamaz! Bakın anlamıyorsunuz. Kusama’nın benim yaşadığım şehirde, Toronto’da ‘Sonsuzluk Aynaları’ sergisi var. ‘Oooo!’ Evet OOOO. Ama, biletleri aylar öncesinde tükendi. Göremeyeceğim. Şu karşıdaki çay törenine gelmiştim. Bal kabağını gördüm. Lütfen çok hızlı gezcem’. Ellerim dua pozunda. Gözlerim Dreamworks’ün ‘Çizmeli Kedi’ çizgi filmindeki kedinin elinde şapkasıyla yalvaran gözleriyle aynı durumda. ‘Tamam. Hadi gel. Çıkart çizmelerini bakalım’. Yes. Yes. Yes. Yes. Yes! Arigatooooo.
10-15 dakikada gezdim sergiyi. Tüm hücrelerimi açtım sanata. Akıyor içime. Çok mesudum. Öyle böyle değil. Üstelik galeri geleneksel bir Japon evinden devşirme bir mekan. O kağıt gibi sürgülü kapılarla açılan odalarla ayrılmış, alçak tavanlı, iki katlı bir ev. İlk katı hızlıca bitirip üst kata çıkarken aman Allah’ım o da ne bir de mükemmel bir arka bahçe mi var? Baktım takım elbiseli bir kadın bir erkek orada birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlar, rica ettim beni de şey ettirebilir misiniz bu harika ortamda. Maalesef çoraplarımla bahçeye yönelince kadın çığlık attı ve bizim eskiden camii kapılarında görmeye alıştığımız plastik abdest terliklerinden giymemde ısrar ettiler. Fotoğrafta ki bu trajediye dikkatinizi çekerim.
Neyse bütün sergiyi rekor zamanda gezip, fotoğraf çekme izni olan iki odayı da çektikten sonra Arigatolarımı sunarak ayrılırken’, dur fotoğraf çektin mi!’ gibi bir soru sordular.’ Evet çektim sağolun’ dedim, izin yazısı olan eserleri çektim yüzsüzce. ‘Ama istersen sen de karede olmak, senin fotoğrafını makinanla biz çekeriz’ dediler. Allahım ya da onlar için sevgili Şinto (?) ne kadar tatlısınız siz. Bırakmadılar beni. Aimi, Madoka fotoğrafımı Kusama ile çekmeden bırakmadılar beni. Çok arigato çok yani ne diyeceğimi bilemiyorum. Galiba benim çakma kimono ve Kusama hayranlığım Japonların gözüne girmeme yardımcı oldu.
Sonra koşarak, çay törenine yetiştim. O gün, önceki saatlerde, gittiğimiz Kasuga tapınağı hediyelik eşya dükkanında Kadriye’ye (Tokya akşamı ‘Nefes alan balık, Nefertiti’ şovumuzda, yanımızda olan sevgili yeni arkadaşımız) ve anneme de zorla kimono aldırmıştım. O da yetmemiş, ısrarla onlara da kimonolarını giydirtmiştim. Tören başlarken görevliler seyirciler içinden kimonosuyla oturan Kadriye’yi, çay töreninin bir parçası olması için sahne yanına davet ettiler. Gururla alkışladık. Sahne üzerinde ise yerde yukatalarının içinde oturan müzisyenler, çok minimal bir beste ile törene eşlik ediyordu. Mutlulukla Kadriye’yi, o çayı meditasyon yapar gibi karıştırıp hazırlayan kadını, elinde bir şey yokmuş gibi tuttuğu mendilini izledim. Sonra pastel renkli kimonosunu giymiş geyşanın el hareketleri ve topuklarını aniden yere vurarak yaptığı Bahar Dansı, tam anlamıyla büyüleyiciydi. Videolarını görmek için koyu renkli yazılara tıklayın.
Hiç %120 yaşadığınızı hissettiğiniz oldu mu sizin de? O gün Kyoto’da öyle bir gün yaşadım sanki. Duygularımla, katılımımla, aldığım keyif ve hissettiğim tatminle, kendimi %120 iyi hissettiğim bir gün oldu. Hani o yaşama aşık olduğumuz, Mevlana gibi hissettiğimiz , her şeyin cuk diye yerine oturduğu günlerden biriydi. Arigato Kyoto.
Live Love Thank. Yaşa Sev Şükret. Çünkü biri olmadan diğerleri olamıyor.
Japonya yazısı devam edecek…
Resimler de…siz de…yazın da…gördüklerin ve anlattıkların da harika Petek’ciğim..
Çok yaşa,sevdiğin işle,
sevdiğin renklerle..sevdiklerinle yaşa..