Önceki yazımda, Toronto’da 22 saat normal doğuma hazırlanıp sonra sezaryen ile oğlumun nefes dünyasına gelişini anlatmıştım. Zor da olsa hey şey yolunda gitti. Sağlıklı bebeğimizi kucağımıza aldık. İlk kez anne olan biri olarak asıl işim şimdi başlıyor. ‘Anne Olmak’, işte asıl mesele bu! Çoluk çocuk sahibi olma fikrine kategorik olarak karşı olduğum, çok da eski olmayan günlerde, çocuk isteyenlerin bir sertifika programında eğitim görüp, programı bilim insanlarının onayında geçerlerse, resmi izinle bu işe girişsinler diye düşünürdüm. Böylece hem dünya nüfusu kontrol altına alınırdı hem de yeni jenerasyonlar daha bilinçli ailelerde, her açıdan daha sağlıklı büyürdü. 

Bu iddialı düşüncelerimden günümüze zıpladığımızda, 44 yaşımda, ebeveyn sertifikası almamış bir halde, kucağımda üç günlük bebeğimi tutuyorum. Bebek ağlıyor, ellerimden aşağıya doğru kayıyor. Kemikleri yok sanki. Uykusuz beş gün ve beş gece geçtikten sonra, kim olduğumu, nerede olduğumu, ne yaptığımı bilmiyorum. Ne kadar hamilelik ve yeni doğmuş bebekler hakkında kitap okuyup, ders alsam da, her bebek birbirinden farklı oluyor ve hiç biri kendine özel kullanma klavuzu ile gelmiyor. Bizim bu bebeği tanıyıp, anlayıp, kullanma kılavuzunu yazmamız gerekiyor.

Nerede kalmıştık?

Evim Evim Canım Evim

Doğum girişimi, ameliyat ve sonrasında hastanede üç gün geçirdik ve evimize dönme vakti geldi. Çantalarımız ve araba koltuğuna hemşireler tarafından yerleştirilen bebekle birlikte hastaneden çıkarken, üç gün önce biz giriş yaparken olduğum durumumda olan ve içeri alınmayı bekleyen hamile kadınların yanından geçiyoruz. Merakla bebeğe ve bize bakıyorlar. Üç gün önce ben de aynı haldeydim: ‘Nasıl yani? Biz de elimizde bebekle bu kapıdan yürüyerek çıkacak mıyız?’ diye düşünüyordum. Hala sürreal geliyordu bana. Ve işte bugün, bebekli yeni hayatımız ve geri dönülmez yolculuğumuz, tüm gerçekliğiyle başlamıştı. 

Arabanın arka koltuğunda bebeğin yanında oturdum. Eşim de ben de sağ salim bebeği eve getirme sorumluluğuna konsantreyiz. O hiç daha önce araba kullanmamış gibi dikkatli, ben daha önce hiç arabaya binmemiş gibi evhamlıyım. Off.. Umarım o endişe böceği ailelerden oymayacağız. 

Hastaneden eve giderken

Evde kayınvalidem bizi bekliyor. Bodrum katındaki tamiratta çalışanlar gitmiş. Yarın bir daha gelecekler ama en azından eve girişimiz sakin ve rahat olacak diye düşünüyoruz. Annesi güler yüzüyle karşılıyor bizi. Evin biraz serin olduğunu hissediyorum. ‘Bodrum katı çalışanlar için çok sıcak oldu. Nefes alamıyoruz dediler, kaloriferleri kapattık.’ dedi. Peki. Olur böyle şeyler. Açarız şimdi ısınır içerisi. Ama içeri girdikçe, epoksi tutkalı gibi keskin ve ‘ben zararlıyım’ diye haykıran bir koku kendini belli ediyor. Bu ne? Tesisat için kullandıkları muazzam güçlü yapışkanın tüm evi saran sentetik ve zehirli kokusu. Hadi bizim köhne ciğerlerimizi geçtik diyelim, peki ama üç günlük bebeğin bu maddeyi ciğerlerine çekmesi kabul edilebilir mi? Eşim acayip sinirleniyor. Annesi ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyor. Kadıncağız bütün gün evde olduğu için kokunun farkında bile değil. Korkunç! Çalışanların ingilizcesi çok azmış. Pek anlaşamadık diyebildi sadece.

Hemen otele gidelim dedim. Ev sahibini ararız, söyleriz, otel faturasını  gerekirse ona ödetiriz. Bebeğe bu havayı koklatamayız, değil mi? Alternatif fikir geliyor: Üst kata çıkalım. Bebeği yatak odasındaki beşiğine koyalım. Kapıyı kapatalım. Alt katta tüm camları açıp, evi havalandıralım. Bakalım ne olacak?. Kaloriferleri de açmak istemiyoruz. Koku ısınan havayla iyice artıp tüm eve yayılabilir. Yatak odasında bir elektrikli soba var neyse ki. Ben Kanada’nın havasına alışamadığım için yazın bir ‘Garage Sale’de ikinci el, çok uygun fiyata bulup almıştım. Onu açarız diye düşünüyoruz. Aylardan Ocak ve Toronto’dayız. Dışarısı en fazla -4 derece. 

Dışarısı en fazla -4 derece

Evi havalandırmak işe yarıyor. İçerisi buz gibi ama koku gidiyor. Yatak odasından pek çıkmıyoruz. Peki yarın nasıl olacak? Ekip yine gelecek ve işe devam edecek. Evde kalamayız. Ben yine ‘otele gideriz ya da Airbnb’den daire kiralarız’ diyorum. Annesi onaylıyor. ‘Ya da arkadaşlarımızı arayalım. Günü onların evinde geçirebilir miyiz diye soralım’. Bu fikre daha sıcak bakıyor bizim ki. Önce ev sahibini arıyoruz. Durumu anlatıyoruz. Çok üzülüyorlar. Gerekirse gidin otelde kalın, biz faturasını öderiz diyorlar. İçimiz rahatlıyor. Arkadaşları arıyoruz. Bir arkadaşın annesinin evi boşmuş ertesi gün. ‘İstediğiniz saatte gelin, ben sizi içeri alırım, anahtarı veririm. Gece de kalabilirsiniz isterseniz.’ diyor. Melek insan. Sağ ol. 

Ertesi gün apar topar arkadaşın annesinin evine gidiyoruz. Mutfaktan mis gibi kokular geliyor. ‘Size yemek yaptım. Bir saate hazır olur. Kendi eviniz gibi rahat edin lütfen.’ diyor. Kısa bir süre yanımızda kalıp, bebişi sevip gidiyor. Bir kere daha, melek insan. Sağ ol. Harika bir gün geçiriyoruz orada. Fırında pişmiş lezzetli tavuk ve sebzeleri mideye indiriyoruz. Bugünlerde hamileliğimden daha çok acıkıyorum ve yemek yiyorum. Bebek emzirmek günde ekstra 500 kalori harcatırmış insana. Şimdilik bahanem bu.

Tesisatçıların iki-üç saat sürer dedikleri iş gece saat 9’a kadar sürüyor. İletişim halindeyiz. Camları açık bırakıp gidin diyoruz. İyi ki eve mahkum olmadık. Olduğumuz yerde çok rahat ettik.

Hastaneden çıktıktan sonra bebekle ilk günümüz işte böyle başlıyor. Dakka bir gol bir. Neyse ki yardımlar, iyilikler de ilk andan itibaren bize seferber ediliyor. Zorlukları güzelliklerle alt ediyoruz.

Evim evim güzel evime sonunda kavuşuyoruz. Takibi günlerde ev sahibi bebişin doğumunu kutlayan ve tadilat aksaklıkları nedeniyle özür dileyen notlar ve çiçekler gönderiyor. Biz de otelde kalmak yerine tadilat sonrası evi profesyonel bir ekip temizleyebilir mi diye soruyoruz. Hemen kabul edip, organize ediyorlar. 

Böylece annem Toronto’ya gelene kadar evimiz temiz, kayınvalidem sayesinde mutfağımız dolu ve işler halde, biz de bebekle biraz daha tanışık hale geliyoruz. 

Kaynanalar’ 

Yaşıma yakın olanlar bilir, Türkiye’nin ilk sit-com dizisi ‘Kaynanalar’ vardı. Hatırlar mısınız? Viki’nin tarifiyle: ‘Anadolu’dan Ankara’ya göç eden Nuri Kantar ve ailesinin büyükşehrin kurallarına ayak uydururken kendi geleneklerinden uzak kalmama çabasını anlatan ve ekranlarda 30 yıl devam eden bir dizi.’ Annem ve kayınvalidem de bize destek olmak için bir araya gelince o klasik diziye gönderme yapmak istedim. Annemin de, ‘Kaynanalar’ gibi, ayak uydurması gereken yeni bir  düzen ile alışık olduğu paternler arasında, gelgitli bir tecrübesi oldu diyebiliriz. 

Kanadalı babane ile Türkiyeli ananenin benzerlikleri ve farkları neler derseniz, tek bir örnekle kocaman kültürel farkı özetleyebilirim. Kanadalı babane gelininin tabağına yemek koyarken ‘Bu kadar yiyebilir misin?’ diye soruyor. Türkiyeli anane damadının tabağına yemek koyarken ‘Bu kadar yeter mi?’ diye soruyor. Ha ha ha.. harika, değil mi? Benim Türkiyeli genlerim hala aktif olduğu için, kayınvalidemin koyduğu kuş kadar yemeğe ilk başta tamam derken, ikinci günden itibaren ‘koy koy daha koy’ demeği öğrendim de aç kalmadım. Annemse şanslı, damadı bizim kafadan, iyi yiyor maşallah. Kendinin ki bitince bizim tabağımızda kalan yemekleri de yiyip, herkes tabağına istediği kadarını aldıktan sonra salata kasesinin önüne çekip bitiriyor ve suyunu da kafasına dikerek içiyor. Annemin hep hayalini kurduğu, çok yemek yiyen ve annemin yemeklerini seven oğlan çocuğu. 

Ama tabii ki, yemek dışında, aralarındaki iletişim kolay olmadı. Annemin Tarzancasıyla, bizimkinin felsefi ve edebi monologları arasında ben tercüman rolüne hapsolmamak için, ‘lohusa’ kartımı kullandım ve vın turizm ortadan kayboldum. Onlar artık kem küm ne kadar anlaştı bilmiyorum. Bu yaşımda, her problemi çözmek için lapin gibi ortaya atlamamayı öğrendim. Ona tercüme et, bunun derdine derman ol, ay ötekine ayıp olmasın, hay aksi öbürü de yanlış anlamış olmasın derken telef oluyordum. Baktım yine öyle bir olasılık var, ‘kendi aranızda anlaştığınız kadar anlaşın‘ dedim ve ekstra sorumluluk almadım. Çok da iyi oldu. Annem İngilizce öğrenme uygulamalarıyla dilini geliştirmek için epey çabaladı. Eşim kütüphanesinin derinliklerinde bulduğu Türkçe-İngilizce sözlüğü baş ucuna koyup her gece biraz çalıştı. Mis. 

Üç jenerasyon besin zinciri

Bu arada yine lohusa kartımla, anneme yıllardır yemediğim yemekleri yaptırdım. Zaten valizinde de sırf yemek getirmişti. Su börekleri, zeytinler, salep, fındık fıstık, hatta lohusa şurubu malzemesi bile getirmiş. Hepsinin tadını çıkarttım. Ne de olsa bizim de felsemiz o değil mi? Yaşa, Sev, Şükret. Yani: Ye, Göbeğini Okşa, Anneye Teşekkür Et.

Lizöz

Lohusa demişken, size bir de ‘lizöz’ hikayemi anlatmam lazım. Eminim hepinizin çeyizinde el örgüsü bir lohusa lizözü vardır. Ya da benim durumumda olduğu gibi annesinin çeyizinden kızına aktarılan bohçanın içinden çıkan lizöz. Bu lizözü babanem, annem bana hamileyken örmüş. Annem lohusalığında bol bol kullanmış. Ben de 2,5 yıl önce, hiç hamile kalmayacağından emin olarak, doğum yapan Kanadalı arkadaşım Naomi’ye hediye etmiştim. Hani Kanada’ya taşındığımda, kendi evimi bulana kadar yanında kaldığım arkadaşım. Eski yazıları okumadıysanız ya da hatırlamak isterseniz buyrun tıklayın.  ‘Naomiciğim, bu lizöz dedikleri şey ne işe yarıyor tam olarak bilmiyorum ama Türkiye’de herkesin çeyizinde vardır. Bunu babaannem örmüş. Benim asla bebeğim olmayacağı için benim yerime bir arkadaşımın kullanması eminim onu çok mutlu ederdi. Sana vermek isterim. Umarım işine yarar’ demiştim ve lizözü vermiştim. Canım arkadaşım Naomi de lohusalığında lizözü giymiş ama sonra da benim aile yadigarım olduğu için işi bitince atmamış ve saklamış. Hamileliğimin son haftalarında, biberon ısıtıcısından tutun da, oğlunun artık oynamadığı oyuncakları ve yararlı bir kaç kitabı da alıp beni ziyarete gelmişti. Torbaları, kutuları açıp her şey için teşekkür ederken karşıma babaannemin ördüğü, annemin bana bakarken giydiği beyaz lizözü görünce o kadar şaşırdım, o kadar duygulandım ki. İtiraf etmem gerekirse Naomi’ye verdiğimi bile unutmuştum. Hatta annem hamileyken ziyaretime gelirken aramış bulamamış, verdik gitti galiba diye üzülmüştü. Düşünceli arkadaşım ne kadar sevindiğimi görünce: ‘Biliyordum saklamamın iyi bir fikir olduğunu. Babaannem ördü deyince, atmam mümkün değildi zaten’ dedi. Ah kıymet bilen can dost. Sağolsun.

Babanenim ördüğü lizöz

Ailemden bu kadar uzakta, onların birebir ilgi, destek ve sevgisinden mahrum bir şekilde çocuğumu büyütürken, bu lizöz sembolik bile olsa o kadar iyi geldi ki. Ailemin dört jenerasyonunu ruhen bir araya getirdi. Bu satırları yazarken de üzerimde lizöz. Bu arada çok şık ve çok kullanışlı buluyorum. Emzirirken harika. 

Bebek Kullanma Klavuzu

Hadi Petek, kısa kes, gel sadete diyorsunuz. Bebek nasıl? Anne olmak nasıl? Onu anlat. Tamam tamam, geliyorum. Ama pek sade olacağını sanmıyorum. Hayatımın geri kalanını ‘anne’ olarak geçireceğim için, inşallah, dolu dolu bir tecrübe olacağa benziyor. Ne kadar özetleyebilirim bilmiyorum.

Evdeki tehlikeli tutkal kokusu sorununu hallettikten sonra gecesi gündüzü olmayan bebek mesaimiz başladı. Bebek günde 11 kere meme emiyor, altına yapıyor, uyuyor, uyanıyor ve tabii ki çoklukla ağlıyor.

Bebeği emzirirken

Ben Karındeşen Jack tarafından açıldıktan sonra, en dıştaki ve görünen kat metal zımbayla tutturulmuş olarak, dört ayrı karın katmanındaki kesik, dört ayrı dikişle kapatılmış bir halde, en önemli batın ameliyatlarından biri sonrasında, iyileşmeye çalışıyorum. Bu arada 3+ kiloluk bir bebeği kucağımda tutup emzirmem gerekiyor. Emzirmek nasıl yapılır bilmediğim gibi, stresten nasıl omuz ve kol kaslarımı geriyorsam, bebişin azıcık ağırlığı kollarımı koparıyor ve ayakları hep dikişlerime geliyor. Ayyy ayyy ayyy. 

Neyse ki yardım var. Kaynanalar (şaka anne, şaka olsun diye ‘kaynana’ diyip duruyorum) ve eşim bebişin altını değiştirmek, gazını çıkartmak ve altını değiştirmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Hatta eşim en iddialı baba kıvamında her alt değiştirme lafını duyduğunda, nasıl oluyorsa üst katta ofisinin kapısı kapalı da olsa duyuyor, koşarak aşağıya geliyor, ‘ben ben ben ben değiştircem oğlumun altını’ diyerek annemin elinden kapıyor bebeği. 

Torun anneannesinin kucağında uyurken

Gün boyunca bizi besleyen, arkamızı toplayan, sonraki gün için alışveriş yapan ve torun aşkına aklını yiyen anneanne ya da babaanne, saat akşam dokuz olunca telef olmuş bir şekilde odalarına çekiliyor ve gece mesaisine sadece eşim ve ben kalıyoruz.

Delirium Geceleri

Bir insan evladı beş saat durmadan yemek yiyebilir mi? Gece saat 1’den sabah 5’e kadar bebek hiç uyumadan ağlıyor. Meme istiyor. Emiyor sonra kaka yapıyor. Tam bitti, doydu, altını da temizledik artık hep beraber uyuyacağız dediğimizde yine ağlıyor, yine başa dönüyoruz. ‘Büyüme atakları’ deniliyormuş buna. Bebek 3-5 günlükken ve daha sonra bir kaç kere daha olurmuş. Çok hızlı bir büyüme sürecine girermiş, kol, bacak, kafa, boy, göbek, her şey süper hızlı bir şekilde büyüyor. Bunu sürdürebilmek için de sürekli yemek yemesi yani süt emmesi gerekiyor. Tabii sadece ağlama yetisine sahip bebek, zaten sadece 3-5 gündür bu dünyada, başına ne geldiğini anlamadan mütemadiyen ağlıyor. Ne ağlama, ne ağlama. Bir günde 11 kez süt emme, alt değiştirme, yetmezmiş gibi bir de gece yarısından sonra başlayan uykusuzluk maratonu bambaşka bir şeydi. Zamanında sabaha kadar uykusuz kaldığım, ders çalıştım ya da partiledim çok geceler oldu ama böyle bir şey yaşamadım daha önce. 

O uykuyla uykusuzluk arasında ağlayan bebeğin ne istediğini anlamaya çalışmak ve daha beteri en son ne yaptığını kolektif olarak unutmuş olmak bir manya hali. Bebek biraz susmuş, tam içim birazcık geçiyor, hop bebek yine ağlıyor. Yerimizden zıplayarak uyanıyoruz. Birbirimize soru işareti şeklinde bakıyoruz. En son meme mi vermiştik? Altını mı değiştirmiştik? Meme verdiysek hangisini vermiştik? Bunlar tamamen karışmış durumda.

Delirium yani Deliriyorum

Ayrıca bir o kadar da empoze edilen bilgi karmaşası var. Bebeği kundaklayıp, başka hiç bir örtü v.s. olmadan düz, sert ve güvenli bir beşikte uyutmak gerekiyor. Eğer yanında herhangi başka bir şey olursa bebek boğulabilir. Ha Süpanallah. Böyle korkular ilk andan itibaren aşılanıyor anne babaya. 

Beşer saatlik büyüme atakları nedeniyle yaşadığımız uykusuzluk maratonunun ikinci ya da üçüncü gecesinde, bebek memede uyuyakalıyor. Kalkıp onu beşiğine yatıracak halim yok. Hşşt pşşt, karşı koltukta sızmış eşimi, bebeği uyandırmadan uyandırmaya çalışıyorum ama nafile. Adam mevta.  O zaman bebek üzerimde kalsın, bir şey olmaz diyorum. Ne olabilir ki? Ama o kaç günlük uykusuzluk artık ‘delirium’ halini almış. ‘Delirium’ ne demek bilmiyorsanız üzerine tıklayın, açıklama linkini koydum. Kısaca, madde etkisi altında ya da yorgunluktan aklınızı kaçırdığınızı düşünüp ‘deliriyorum’ dediğiniz an. Bebek üzerimde uyurken, sonunda benim de içim geçiyor, kafam yana düşüyor. O istemsiz kaykılmayla uyanıyorum. Ya da uyandığımı sanıyorum. Bebek üzerimde hala ama mosmor görünüyor! Ne? Öldü mü bebek? Öldürdüm mü bebeği? Boğuldu mu bireylere dolanıp? Niye uyudum? Nasıl uyurum ya?

Paranoyak panik anları, Ajda’nın ‘Uykusuz Her Gece şarkısı eşliğinde annelik tecrübelerimin ilk günleri olarak kayıtlara geçti. Bir başka gece de oğlumdan sürekli kızım diye bahsettim eşime. İngilizce ‘he’ ‘she’ birbirine karışır, ondan mı? Yoksa bende kafa kalmadı delirium episodlarının birinde rüya aleminde kızım olduğuna mı karar verdim? Bilmiyorum. Ama sabahın beşinde oğluma kızım diye diye tutturduğumu hatırlıyorum. 

Yine de insan devam ediyor. Bir iki saat uyku çektikten sonra her şey kısa bir süreliğine sakinliyor ve sonra yine başlıyor. Bebeği öldürmediğimi, ya da cinsiyetini değiştirmediğimi anlıyorum. Çocuklu arkadaşlarımıdan biri çok özlü bir söz söylüyor: ‘Her gün farklı bir şey olacak. Mesela tam uykusu düzene girdi dediğinizde değişecek. Bu yüzden hiç bir şeyi garipsemeyin, paniklemeyin ve her şeyini her daim değişmesine hazırlıklı olun. İyi şanslar. Kolay gelsin.’  

İşte böyle arkadaşalar. Çiçeği burnunda anneliğimin ilk günleri böyle başladı.

Kelimeler kifayetsiz ama elimdeki tek ifade imkanı şimdilik kelimeler. Size fırsat buldukça yazmaya devam edeceğim. Daha tatlı kısımlar geliyor. Çünkü veledin, yani bebişin, tadından yenmez güzellikleri de var. 

Yeme de yanında yat güzelliklerden biri: yeni doğmuş bebe ayakları

Anne baba olmak bir başka çocuklu arkadaşımın dediği gibi ‘aşık olmak’ gibi. Bu minnak, yeni insana aşık oluyorsunuz adeta. Onu düşündüğünüzde yüzünüz kızarıyor, kontrolsüz gülümsemeler yüzünüzü kaplıyor, odasının önünden geçerken kalbiniz çarpıyor, uyurken fotoğraflarına bakıyorsunuz ve uyandığında ‘ay seni çok özledim’ diye sarılıyorsunuz. Belki bu da başka türlü bir ‘delirium’.

Bebek ağlıyor yine. Bana müsade. Bugünlük bu kadar diyelim.

Live Love Thank. Yaşa Sev Şükret. Yaşa yani yeni tecrübelere açık ol. Sev, her anın, ne kadar zor olursa olsun, keyfini çıkart. Şükret, tüm bunları yapmaya, öğrenmeye, yaşamaya imkanın olduğu için, şükret. Biri olmadan diğerleri olamıyor. Bu motto beni tahmin ettiğimden daha güzel yerlere getirdi. Herkese tavsiye ediyorum. 

Garip günlerde yaşıyoruz şu anda, tüm dünyaca Covid-19 salgını ile mücadele ediyoruz. Sağlığımız için evlerimizde mahsur, dış dünyadan ve sosyal çevremizden mahrumuz. Acaba bu yaşam şeklini de öğretici bir tecrübe olarak değerlendirebilir miyiz? Live, Love, Thank, yani Yaşa, Sev, Şükret mottomuzu Corona Virüsü negeniyle, evlerimizde yalnız ve izole yaşarken, nasıl uygulayabiliriz?  Bu süreçte yemek yapma yeteneğimi geliştiriyorum galiba. Süpermarkette ne bulabilirsem, bu malzemelerden nasıl bir yemek yapılır, online tarif bakıp, yapıyorum. Fena olmuyor. Mutfakta kendime güvenim artıyor. Siz neler yapıyorsunuz? Live Love Thank felsefesini siz bu günlerde nasıl eyleme döküyorsunuz? Yorumlarınızı bekliyorum. 

Bir sonra ki yazıda görüşmek üzere..