Kopenhag, Ağustos’ta gerçekleştirdiğimiz 16 günlük İskandinavya seyahatimizin ikinci ayağıydı. Dokuz şehri gezme görme hayaliyle başlayan seyahat planımızı, türlü türlü rotalar ve bilet kombinasyonlarının sonunda kuzeyde 4 ülke ve toplamda 5 şehirle sınırladık. İlk durağımız olan Malmö’de geçirdiğimiz 36 saat ve attığımız 36,000 adımdan sonra, trenle Kopenhag’a geçtik.
Kopenhag
Kuzeye aşık olmanın ilk kıpırtıları trenin, meşhur köprü Øresund’a girmesinden itibaren başladı. Yarım saat civarı, çok keyifli bir tren yolcuğu sonrası Kopenhag’ın merkez istasyonuna vardık. İstasyonun dışına çıkar çıkmaz gördüğümüz, yüzlerce park halinde bisiklet daha ilk andan şehrin namına yaraşır bir manzara sundu, evet, Kopenhag bir bisiklet şehri!
İstasyon şehrin Indre By ve Vesterbo semtlerinin arasında bulunuyor. Bizim, evinde kaldığımız arkadaşımız Vesterbro’da oturuyor. Dolayısıyla Vesterbro’dan başlayarak, hafızamın rotasında bölge bölge anlatacağım kendi Kopenhag deneyimimi.
Vesterbro, şehrin en canlı mahallelerinden biri. Kopenhag’ın modern tarihi boyunca işçilerin ve seks işçilerinin yoğunluklu yaşadığı ve çalıştığı bir semt olarak ün salmış. En hareketli caddelerinden biri olan Istedgade’de hala birçok sex shop ve striptiz club görebilirsiniz. Yakın tarihindeki dönüşümle beraber şu an Vesterbro, genç ve yaratıcı nüfusun yaşamayı seçtiği bölgelerden bir tanesi. Daha önce işçi ailelerine, seks işçilerine ve bilmediğim nicelerine ev sahipliği yapmış binalar, yoğun renovasyonlardan sonra, şu sıralar tasarımcı, reklamcı, öğrenci, sanatçı vb meslek gruplarından üretken genç nüfusu ağırlıyor. Mekanların dönüşümü de profilin dönüşümüne uyum sağlamış, dolayısıyla oldukça konsept, canlı heyecanlı bir muhit haline gelmiş.
Caddeler boyunca ve sokak aralarında sıralanmış kafeler, kokteyl barlar, publar, restoranlarla oldukça hareketli, havalı ve fazlaca seçenek sunan bir mahalle. Istedgade’den geçerken, sırtımızda 15’er kiloluk çantalarımızla, göz ucuyla burada biraz yorgunluk mu atsak diye baktığımız, ancak daha sonra uğramaya fırsat bulduğumuz mekanlardan biri Neighbourhood. Ferah, leziz ve organik kokteyller için kesinlikle uğramaya değer. Bu arada, bahsi geçmişken belirtmek isterim ki, ‘organik’ Kopenhag hatta çoğu İskandinavya şehrinde önemli bir mesele ve çok yaygın. Hemen hemen tüm butik kahvecilerin, biracılarin, restoranların menülerindeki ürünlerin tümü organik. Marketlerde hatta butik kıyafet mağazalarında organik olmayan ürün bulmak için, organik olana kıyasla, daha fazla uğraş vermek gerekiyor.
Kopenhag’daki ilk akşamımızda, kaldığımız evin terasında bir, iki, belki üç yorgunluk birasından sonra, bizi ağırlayan Danimarkalı arkadaşımız ve eşi sayesinde soluğu harika bir sandviççide aldık. Dükkanın hem sahibi hem de orada bilfiil çalışan beyefendi, biz kendi aramızda Türkçe konuşunca bizimle Türkçe konuşmaya başladı. Meğer Türkiyeli’lermiş, uzun yıllardır Danimarka’da yaşıyorlarmış. Dükkanı kapatmak üzerelerdi, ellerinde kalan malzemelerle bize muhteşem sandviçler hazırlayıp, biralar ikram edip, bir de kahvaltıda yemelik çörekler hediye edip, kapatıp gittiler. Biz 4 kişi, dükkanın hemen dışındaki piknik masasında ilk gecemize tanıdık, belki de özlediğimiz, bir misafirperverlik ve bol birayla başlamış olduk. Sandviççinin linkteki web sitesi sadece Danca da olsa, adresine kolayca ulaşabilirsiniz. Bu arada sandviççi dediğime bakmayın, aslında minik bir İtalyan restoranı.
Seyahatlere mahsus, bitmeyen bir enerjiyle geceye Kopenhag’ın Vesterbro’daki Meatpacking Distict’inde devam etmek üzere yürümeye başladık. Meatpacking District de dönüşen mekanlardan bir tanesi. Adından da anlaşılacağı üzere, mekan geçmişinde birçok kasap ve hayvan kesimhanesinden oluşan büyükçe bir alan. Şu an ise galeriler, ufak stüdyolar, barlar, publar ve gece kulüpleriyle dolu. Kopenhag gece hayatını izlemek, gözlemek, deneyimlemek isteyenler uğramadan geçmesin derim.
Dünya’nın En Eski Lunaparkı Bakken
Duyduğum, okuduğum ilk andan itibaren beni çocuklar gibi şenlendiren şeylerden biri de, şehirdeki iki lunapark oldu. Dünyanın en eski ikinci lunaparkı Vesterbro’da bulunuyor, Tivoli Gardens. 1843’te inşa edilmiş. Biz içeriye girmedik, fırsatımız olmadı. Ancak, dünyanın en eski lunaparkı olan Bakken de Kopenhag’da, işte oraya gitme fırsatını yarattık, başından beri benim olmazsa olmazlar listemdeydi. Kocaman park, içinde türlü türlü eğlenceler her yaşa hitap ediyor. Gerçek bir retro, 1583’ten beri orada. Daha da anlatılmaz sanırım, gidilmeli, görülmeli.
Kopenhag’ın revaçta mahallelerinden bir diğeri ise Norrebro. Norrebro, her köşesinden hayat çıkan, butik mağazalarla, ikinci el kıyafet mağazalarıyla, biririnden güzel kafeler, barlarla dolu, yine genç nüfusun yaşamayı seçtiği bir muhit. Bizim gittiğimiz mekanlardan bir tanesi Mikeller and Friends. 40’tan fazla bira seçeneği sunuyorlar ve hepsi kendi üretimleri. Fiyatlar büyük bira başına 8 euro civarından başlayıp 20 euroya kadar çıkıyor. Seyahatlerinizde fazla harcamadan kaçınmayı düstur edinmiş olsanız bile, en azından, bir biralık bütçe ayırmanızı tavsiye ederim. Sipariş vermeden önce tadım yapmak mümkün. Bol bol tadın, koklayın, favorinizi seçip keyfini çıkarın.
Kopenhag’ın en turistik yerlerinden bir tanesi de Nyhavn, kanal kenarında, bol turistli, rengarenk binalarıyla tüm kalabalığa rağmen cazibesini hiç kaybetmeyen bir bölge. Biz şehirde uzun bir yürüyüş, ve parklarda geçirilen bolca vakitten sonra orada da biraz gezinip kanal turu yapmaya karar verdik. Kanal turu fiyatları hemen hemen her yerde 80 Danimarka Kronu, birkaç farklı tur şirketi var. Birazcık bakınınca 40 DDK olanını bulabilirsiniz. Biz ucuzdan yana kullandık tercihimizi. Tur, Danca, İngilizce ve Almanca bilgi veren mikrofonlu bir rehber eşliğinde yaklaşık 30-40 dakika sürüyor. Biz sevdik, hem o kadar yürüyüşten sonra dinlendik hem de öğrendik.
Bol yürüyüş ve kanal turu sonrası acıkmak kaçınılmaz tabi ki. Tur esnasında tekneyle önünden geçtiğimiz bir mekanın tavsiyesini almıştık, yemek yemek için de orayı tercih ettik.
Papirøen
Papirøen yani Paper Island, dünyanın bir çok yerine özgü sokak yemeklerinin (street food) satıldığı, her gün açık, kapalı alanda kurulan bir pazar diyebiliriz. Ahşaplardan yapılmış, sıra sıra ve karşılıklı dizilmiş bir sürü büfe usulü standdan oluşuyor. İçeride ve dışarıda büyük piknik masaları var, genelde kalabalık olsa da pek kimse ayakta kalmıyor. Yiyeceklerin fiyatları da Kopenhag standartlarında oldukça makul. Mekanın konumu, tasarımı, hem lezzet hem koku cümbüşü orada geçirilecek birkaç saatin güzelliğini garantiliyor.
Louisiana Müzesi
Müze gezmeyi sevenler için de türlü türlü imkanlar sunan bir şehir Kopenhag. Çok sayıda müzeyi ücretsiz ziyaret etmek mümkün. Ücretli olanların da bazıları haftanın belirli günleri ücretsiz oluyor. Ücretliler arasında bizim gezmeyi tercih ettiğimiz bir modern sanat müzesi var ki, bugüne kadar Avrupa’da benim gördüklerimin en iyilerinden, Louisiana Müzesi.
Hem mimarisi, hem sanat eserleri hem de eserlerin sergilenme biçimi bakımından gerçekten kafa açıcı bir müze. Müthiş bir bahçesi, bahçesinde heykelleri, bahçeye açılan leziz ve hesaplı bir restoranı var. Restoranda yemeyi tercih etmezseniz, sandviçinizi çantanıza koyup gidin, ilk kahveden sonra bardağınızı atmayın, küçük bir ücretle yeniden bardağınızı kahveyle doldurup hem bahçenin keyfini çıkarın hem de gördüğünüz onlarca başyapıtı güzeller güzeli bir manzarada sindirin derim.
Christiana
Kopenhag’dan bahsederken, Christiana’yı es geçmek bu yazıyı yazmamış olmakla aynı manaya gelebilir. Christiana (Freetown Christiana), eski askeri kışlanın 1971’de işgal edilmesiyle kurulmuş otonom, yerleşik nüfusu olan bir bölge. Kurulduğu zamandan beri hep devletle pazarlıkların, çatışmaların konusu olmuş, farklı sebeplerle yer yer ateşlenmiş bu durum yer yer durulmuş. Christiana, hala bölgenin geleceğiyle ilgili Danimarka Hükümetiyle pazarlık masasına oturuyor zaman zaman.
Bölge, şehrin cazibe merkezlerinden biri ve adeta bir turist mıknatısı. İçeride “organik” satışının ve kullanımının serbest olmasının da bunda büyük payı var tabi. 70’lerin sonunda, yüksek doz sebebiyle fazlaca ölüm yaşanmış olmasından sebep içeride ‘inorganik’ satışına izin verilmiyor. Daha kapıdan içeri girerken Christiana’nın kurallarını görüyorsunuz: Fotoğraf çekmek yasak, “inorganik” yasak ve koşmak yasak. Kurallara saygısızlık edeni görmediğimizi mutlulukla belirtmek isterim. İçeride “organik” standları, galeri, restoran, kafe, market, canlı müzik mekanları ve gece kulüpleri var. Ufacık meydanında, türlü ücretsiz etkinliklerin yapıldığı bir açık hava sahnesi var ve civarında hem içki alabileceğiniz hem de bir şeyler atıştırabileceğiniz büfeler bulunuyor.
Yanından geçtiğimiz, önünde durduğumuz her ev, her yapı gerçekten el emeği göz nuruydu. İnsan, bu üretkenliğin ve sadeliğin karşısında saygıyla eğiliyor, hayatın farklı ve basit olanaklarla dolu olduğunu hatırlamanın heyecanıyla bir minik ürperiyor.
Biz şehirde uzun uzun yürüdük, hep yürüdük. Sokakta hiç rahatsız olmadık veya rahatsız edilmedik. Yürüdükçe sakinleştik, sakinleştikçe mutlu olduk. Az önce Christiana özelinde bahsettiğim hayranlık ve saygı hissi aslında tüm Kopenhag için geçerli. Belki de bizim gittiğimiz zamanla ve nasıl bir halet-i ruhiyeyle gittiğimizle ilgili bu kadar hayran kalmam. İstanbul’da artık evden çıkamayacak denli sıkışmış hissederken ve yürüdüğümüz tüm sokaklar, inandığımız tüm değerler bir bir elimizden alınırken, onların bıraktığı boşluğu, Kopenhag’da daha adil hayat, daha insanca yaşamanın mümkün olduğunu fark etmek doldurdu seyahatimizde. Mutlu bir ülke Danimarka, daha hakkaniyetli, daha adil, doğayla, suyla, gökyüzüyle ilişkisi daha az işgalci ve çok daha saygılı. Yukarıda da bir yerlerde dediğim gibi, her köşesinden hayat çıkıyor, parkları, sokakları, sokaklarda insanları, çatıları, duvarları… Ve her hayat değer görüyor, insan güzel güzel imreniyor.
Umarım en az benim kadar sever, bol bol gezer,şehrin en güzel anlarına tanık olursunuz.
Güzel kızım yüreğine ve kalemine sağlık süperrrrr