Bugün Jeita Grotto, Byblos ve Jounieh’ye şehir dışı turumuz var. Kaldığımız Bella Riva Suite Hotel’den bir günlük şoförlü araba ayarlamak mümkün, günlüğü pazarlıkla 100 USD’ye anlaştık. Pazarlık yaparken Hotel size yardımcı oluyor sizin için, kredi kartından ödeme yapabildiğimiz için mutlu olduk.
Jeita Grotto
İngilizce bilmeyen şoförümüzle ilk önce 2009 yılında dünyanın 7 yeni harikasından biri olmak için epey çaba harcanmış ama olamamış bir mağaraya gittik.
Beyrut’tan 1,5-2 saat yol aldıktan sonra Jeita Grotto’ya ulaştık. Jeita Grotto iki galeriden oluşuyor. Üst galeri kocaman. Tavandan su seviyesine olan yükseklik 108 metre. Alt galeri ise biriken suyun üzerinde küçük bir sandalla gezilebilen bölüm. Yılın 5 ayı yağmur alan bir bölgeymiş burası. Mağaranın içine kireçtaşı kayalardan süzülen yağmur suları damlıyor. Yağmur suyundaki partiküllerle kayaların içindeki mineraller ve havadaki gazlar birleşince sarkıt dikit oluşumlara neden oluyor. Daha bilimsel bir açıklama için bu linkten bilgi alabilirsiniz: http://en.wikipedia.org/wiki/Jeita_Grotto
1800’lerde Fransız bir misyoner bu mağranın içinde 50 metre kadar yol kat ettikten sonra silahı ile ateş ediyor. Yankılanmadan çok büyük bir mağarayı bulmuş olduğunu fark ediyor ve Jeita Grotto günümüzdeki bilinirliğini böyle kazanıyor. Mağaranın içinde fotoğraf çekilmesi kesinlikle yasak. Telefon ve fotoğraf makinelerini alıp kilitli dolaplara kaldırıyorlar. Bu yüzden internetten bulduğumuz fotoğrafları paylaşıyoruz. Çok başarılı bir ışıklandırma ve güzel yürüme yolları yapmışlar. Ancak CGI tekniğiyle yapılan fantastik film atmosferleriyle karşılaştırılabilecek bir yer.
Siz deyin Superman’ın kripton mağarası, ben deyim Yüzüklerin Efendisi’nde Elflere giden yoldaki dağların içindeki, geçilmesi imkansız büyülü mağaralar. Zaten o doğa harikası dev mekan anlatılamaz yaşanır. Beyrut’a gidenlere kesinlikle tavsiye olunur.
Byblos
Mağaradan çıktıktan sonra tam önümüzde park eden şoför ve arabayı tanıyıp bulmasak da adamcağız sonunda bizi arabaya davet etti ve bir sonraki lokasyonumuz Byblos’a gittik. Byblos tarihi milattan önce 8000’e kadar giden bir liman kasabası. En son 11. yüzyılda Haçlı seferlerinden kalma kalesi var. Bodrum Kalesi’nin daha küçük ve daha yıkık bir versiyonu. Kalenin yerinde daha önce Finikeliler, Mourelar, Romalılar ve en son da Osmanlı hükmetmiş.
Şehrin girişinde şoförden ayrılmamız ve ne zaman nerede buluşacağımızı belirlememiz lazım. Ben bileğimi gösterip ‘kaç saat sonra?’ gibisinden bir hareket yaptım. Bileğime baktı, suratıma baktı ve kapıyı gösterdi bize. Umurla yine kaldık baş başa. Açlıktan ölüyoruz. Yemek yiyecek bir yer bulmamız lazım. Kaleye çevresinde yine Bodrum çarsıya benzeyen yemek ve alış veriş alanını var ama Bodrum’daki seçenekler yok. Ne yemek olarak ne de dükkân olarak. Çok turistik ve pahalı her yer.
Halk nerede ne yiyor diye etrafa bakınalım dedik. Yemek yiyecek yer bulmamız bir saat sürdü. Lübnan pizzacısı diyebileceğimiz, yerel insanların oturduğu bir fırın bulduk. Zahterli, peynirli, ıspanaklı ve yumurtalı pizzalar yaptıklarını öğrendik. Ver abi ne olursa dedik ve oturduk. Dolaptan ayranımızı aldık. Bence Lübnan’ın en güzel yönlerinden biri her yerde ayran bulunması ve onların da ayran demesi.
Etimolojik olarak kim kimden almış bu kelimeyi öğrenmek istiyorum. Lübnan’daki ayran çok leziz. Az ekşi ve kremamsı. Mmmm. Pizzalarımız geldi. O sırada bir sürü başka müşteri geldi dükkâna ve merakla bize bakmaya başladılar. Dediğim gibi çok az turist var. Hele yerel mekanlara takılanlar daha da az. Nereli olduğumuzu sordular, Türkiyeli olduğumuzu öğrendiklerindeki ‘n’apcaksın?’ ifadesini ‘hoş geldiniz’ lafı lütfen takip etti. Türklerin alenen bu kadar sevilmediği bir yeri ilk defa ziyaret ediyorum. Suriye’de, ki 7 yıl önceydi şimdi nasıl davranırlar bilmiyorum, çok olumlu tepkiler alıyordum. Burada biraz şaklabanlık yaptık imajımızı düzeltmek için. 1900lerin başında çok Ermeni Lübnan’a sığınmış. O yüzden ve belki de Lübnan’ın 400 yıl suren Osmanlı işgalinden pek iyi bir his bırakmamışız üzerlerinde. Bu mevzuları araştırıp okumam lazım. Nuri Akbayar da kısa bir ders anlatabilir belki bir gün 🙂
Byblos’da bizi güneş ve ışık karşıladı.
Vel hasılı Byblos tarihi şehrine girişimiz yaptık. Sıcak bastırmaya başladı. Girişteki adam bilet sattığı herkese milletini sorup not ediyordu. Bu defa o da ‘İstanbul’da kaç tane turist var? Onun %1’i buraya gelse ne güzel olur. Aman arkadaşlarınıza söyleyin, onlarda gelsin’ dedi. Biletçinin ahı mı diyelim? Ortadoğu’da olmanın kaderi mi? Aylar sonra bu yazıyı tekrar okurken (Mart 2016) Ankara ve İstanbul’da olan terör eylemleri, patlamalar ve can kayıplarından sonra İstanbul’a neredeyse hiç turist gelmiyor 🙁 İnşallah yakın zamanda düzelir.
Kesin olarak bilinememekle birlikte tarihinin MÖ 7000 yılına kadar gittiği tahmin edilen, MÖ 3. ve 2. yüzyıllar arasında Mısır Firavunlarının kontrolü altında iken tüm Fenike sahilinin hem dini hem de ticari başkenti olan, bugünkü modern Latin alfebesinin temeli olan ilk lineer alfabenin de bulunduğu Byblos gezimizi ciddi su kaybıyla tamamladık. Neyse ki çıkışta şoför amca bizi hemen buldu ve ‘eyvah eyvah çok uzun sürdü’ gibi hareketler yaptı. Biz ‘amcacığım bir saat karnımızı doyurmak için helak olduk, ne diyorsun?’ dedik ama tabii ki anlamadı.
Bizi bir sonraki ve son durağımız Jounieh’a götürdü.
Jounieh
Jounieh’de asıl tecrübe teleferik. Aman Allah’ım. Biz iki yükseklik korkusu olan kişi, hangi akla hizmet böyle bir şeye kalkıştık? Bildiğim bütün duaları okudum, 21 besmele çektim, ve aşağı bakmamaya çalıştım.
Teleferikle Our Lady of Lebanon kilisesi ve heykelinin olduğu Harissa dağına çıktık. Rio’daki İsa heykelinin Meryem versiyonu.
Lübnan’ın durdurulamayan inşaat sektörü teleferik yoluna da yüksek binalar yapmış. Resmen insanların 15. kattaki dairelerinin 1 metre yakınından geçiyoruz. Çarptık çarpacağız. Önce dönme dolap. Şimdi teleferik. Şok terapi ile korkularımızın üzerine gitmeye devam ediyoruz. Fotoğraftan da göreceğiniz gibi şehir deniz kıyısından dağlara doğru bina bina bina devam ediyor. Belli ki yeşil orman olan her yer beton bina olmuş. Yukarılara çıktıkça kafanız bulutlara değiyor. Çılgın bir coğrafya. İnsanın doğa üzerindeki hakimiyet çabası. Hakkımızda hayırlısı.
Sonunda turumuzu tamamladık. Otelimize dönerken yorgunluktan gözlerimiz kapanıyordu artık. Arabalı yolculuk yaptığımız bugün bile akıllı telefonların kaydettiği yürüyüş mesafemiz 7 km.’nin (10.000 adım) üzerinde. Dün 2o km (26.000 adım) yürümüşüz. Çılgın rakamlar bunlar. Bakalım İstanbul’da bu performansı gösterebilecek miyiz?
El Hamra
Aksam yemeğine, hoş bir restorana gittik. T-Marbouta. Rezervasyonsuz kabul ettiler. Ama yarım saat sonra gitsek yer bulamayacakmışız.
Hızlıca gelen yemeğimiz etli humus, süzme yoğurtlu roka (meğer labneh bu dilde süzme yoğurt demekmiş), sahanda yoğurtlu zeytinyağlı patlıcan ve ızgara hellimi peyniri. Yine çok aç olduğumuz için bunlar başlangıç başka şeyler de söyleyebilir dedik ama yemekleri bitiremedik. İnanılmaz iyi servisi olan bir mekândı. Genç servis elemanları hızla sipariş alıyor. Bir yandan boşalan masaların arkasını topluyor. Güler yüzlüler ve sakinler. Daha çok bahşiş kazanmak için yapılan hizmetin çok ileride olduğu Kuzey Amerika stili bir işletme. Bu tür mekanlar çok var Beyrut’ta. Bir şekilde Amerikan ekolu çok yerleşmiş burada. İngilizce de çok kişinin ana dili gibi. Tahmin ediyoruz ki Hristiyan kesim, yıllarca devam eden git gel ile küçük Amerika yapmış Beyrut’u. Bu restoranın dekorasyonu da çok tatlı idi. Bkz. duvardaki kapılardan yapılmış tasarıma 🙂
Yemeği bitirdikten sonra el Hamra’da yürüyelim dedik. Ara sokaklar, yan sokaklar derken, pazar gecesi birlikte dans ettiğimiz kızın tavsiye ettiği February 30 adlı barın önünde buluverdik kendimizi. İçeride canlı müzik var. Ud, darbuka ve hatırlamadığım 3. enstrüman. Yine pek çok bakımlı kadınlar kendi kendine dans ediyor eğleniyor. Kalantor abiler, dev puroları, pahalı saatleriyle kasım kasım kasılıyorlar. Petek ve Umur yine çok beğendikleri yaratıcı ve ilgi çekici dekorların ve peçetelerin fotoğraflarını çekiyor.
Tam Japon turist gibi davranıyoruz yurt dışında valla. Acı ama gerçek. N’apalım? Canlı müzik bitince Lübnan’ın Serdar Ortaç’ı başladı. Eller havaya kalktı. Herkes ezbere biliyor ve söylüyor şarkıları. Aman ne güzel dedik, biz biraz daha dolanalım diye oradan da kalktık. Bu defa Umur’un hakkında okuduğu Neighbours adli mekana gittik. Duvardaki yazı: ‘Burada herkes ya arkadaştır ya da henüz arkadaş olmamıştır.’ Çok tatlı. Ben Ipad’imde yaptıklarımızı biraz yazayım derken barın ucundan bir genç laf attı bize: Nerelisiniz? Napıyorsunuz? diye. Ooo biz de yerel biriyle konuşmaya her zaman can atan meraklı turistler olarak Muhammed ile muhabbete başladık. İki aydır Suudi Arabistan’da çalışıyormuş. Bu akşam dönmüş. Aman ne kadar özlemiş memleketini. Suudi’de hayat çok farklıymış derken benim gördüğüm ikinci viskisini bitirdi Hammed. Biz 3 gündür biriktirdiğimiz tüm soruları taramalı tüfek hızında savurduk ona doğru veeeee öğrendik ki: Lübnan’ın ekonomisini devam ettiren sektör ya da endüstrinin ne olduğunu gerçekten kimse bilmiyor. Avrupa’dan bir grup İngiliz bunu araştırmak için iki yıl Lübnan’a gelmiş ama bu sorunun yanıtını bulamayıp, raporlarını yazamadan ülkelerine dönmüşler. Master dereceli üniversite mezunu gençlerin aylık geliri en fazla 1.500 Dolarmış. Ev kiraları da averaj 1.500 Dolarmış. İşte gerisi de uluslararası camianın çözemediği sır. 4 milyonluk nüfusu olan Lübnan’ın dışında, dünyada 17 milyon Lübnanlı yaşıyormuş. Muhtelif savaşlarda Amerikalar öncelikli olmak üzere bütün dünyaya yayılmışlar. Selma Hayek’in de Lübnan asıllı olduğunu biliyor muydunuz? Her halde tüm dünyadaki Lübnanlılar anavatanlarına para yolluyor ve bir şekilde bu ekonomi dönüyor. Yapılan binalar dışında bir üretim yok gibi. Ama tüketim sonsuz. Barlar, kafeler, restoranlar, alış veriş merkezleri, lüks arabalar, fönlü saçlar, purolar ve Amerikan aksanlı yerel insanlarla dolup taşıyor.
Siz de fikrinizi belirtin