Yaptığınız yemeğin lezzetli olması mı? Arkadaşınızla ettiğiniz sohbet mi? Birine yardım ettiğinizde size içtenlikle teşekkür etmesi mi? En sevdiğiniz şarkıya dans etmek mi? Kar yağışını seyretmek mi? Yoksa suladığınız bitkinin çiçek açması mı?
Böyle şeyler bizi mutlu edermiş. Yapmak için para harcamamız gerekmeyen, tamamen emeğimizle ve niyetimizle doğru orantılı aktiviteler bizi mutlu edermiş.
Dünyada yaşı 100’ü aşan en çok kişinin yaşadığı ada da, fazla çalışmaktan kalbi durup ölen 30 yaş altı insanlar da aynı ülkedenmiş. Sadece içine doğdukları yerel gelenekler onlara farklı değerleri benimsettiği için yaşamlarında bu kadar derin farklar oluyormuş. 30 yaşında işinin başında ölenler farklı kararlar vererek 100 yaşlarına kadar sağlıklı ve mutlu yaşayacaklarını bilseler bu şansı değerlendirirler miydi acaba?
“Happy”
Bu bilgileri nereden mi öğrendim? Evden dışarı adım atmadığım ve sadece film seyrettiğim bu hafta sonu, seyrettiğim son film (keşke ilk film olsaymış) ‘happy’ (mutlu) adlı 2011 yapımı küçük bir belgeselden öğrendim bunları.
Garip hislerle kavrulduğum bu günlerde çok iyi geldi bana.
Görevim tabii ki Live Love Thank yani Yaşa Sev Şükret mottosuyla bizi birleştiren bu mecrada, sizlerle de bu mutluluğu paylaşmak.
Bizi mutlu eden şeylerin farkında olursak, mutlu olmak için zorlandığımız bugünlerde, seçimlerimizle mutlu olabiliriz.
Mesela, biliyorum ki yogaya gitmeye başlasam kesiklikle daha mutlu, daha sağlıklı olacağım. O hareketleri yapınca, ‘an’da kalınca, bir saat boyunca yaptığım hareketlerden başka bir şey düşünmeyince, deli gibi dopamin salgılanacak beynimde. Bir kaç insan göreceğim. Onlarla konuşmasam bile, aynı tecrübeyi paylaşacağız, aynı anda olacağız, enerjimiz birlikte daha da büyük olacak.
Ama nedense ayaklarım yogaya gitmiyor bir türlü.
Annemin ziyaretini bahane ettim önce. Şimdi de o gittikten sonra, sanki o boşluk duygusuna sarılmak istiyorum. Havada toz tanesi gibi salınmak, hiç bir şey yapmamak, hiçliğe ve dolayısıyla tümlüğe teslim olmak istiyorum.
Korkutmayım sizi. Bu da tedavi edici, bu da ihtiyaç olunan ve kesinlikle yaşanması gereken bir hal. Sadece dozajı önemli. Her şey gibi azı karar fazlası zarar.
40 Kaplan Gücünde Anne Sevgisi
Birlikte çok keyifli ve çok yoğun 15 gün geçirdikten sonra annemi çok karışık duygularla İstanbul’a yolcu ettim. Kanada’daki hayatıma eşlik ve tanıklık etmesi harika oldu. Arada bir tartışsak da, birbirimizi zaman zaman istemeden de olsa incitsek de, sizi doğuran kişinin sizi hala içindeymişsiniz gibi korumaya çalışması ve aşkla sevmesi müthiş bir lüks. Hatırlıyorum ananem de annemi böyle severdi. Ananem 80 yaşındayken, annem yorgun argın, biraz da morali bozuk işten eve gelirse, ananem ‘bırak işi, ben sana bakarım’ derdi. Gülerdik ama gülelim diye söylemezdi bunu. İnanarak söylerdi bunu çılgın kadın. Annem yorulmasın, üzülmesin diye her şeyi yapabilirdi ananem.
Ah anne sevgisi. O bazen bizi boğacakmış gibi hissettiğimiz güçlü sevgi, nelere kadir!
Sevgili kayınvalidemin de çok yorgun olduğunu bildiğim bir anında, koca adam olan oğlu tuvalete kitli kalınca, ben sakin sakin oturup duruma gülerken, Hatice annenin bir anda 40 kaplan gücüne bürünüp o kapının koluna sarılışına şahit olmuşluğum vardır. İnanamamıştım. National Geographic’te bir vahşi yaşam belgeseli seyrediyor gibi o kapıyı dakikalar içinde açışını izlemiştim. Hayati bir tehlike olmadığı için ben gayet rahattım, ama çocuğunun zorda kaldığını bilen anne, kendi sağlığı pahasına onu ‘kurtarmaya’ çalışıyordu.
İşte sırf bu nedenle bile anneler daha mutlu insanlar olabilirler. Genetik olarak her şey pahasına korumak, beslemek ve yardım etmeye programlı çocukları olduğu için, çocukları için karşılık beklemeden ne çok şey yapıyorlar. Bu da vücutlarında otomatik olarak dopamin salgılıyor ve mutlu oluyorlar. Sizi gidi köftehorlar 🙂
Empati
İnsanoğlu, insankızı, birbirine yardım edince daha mutlu oluyormuş. Birbiriyle yarışınca, birinin önüne geçtiğinde, başkalarını yendiğinde değil. Evet tabii ki o tür bir ‘başarı’, mesela bir maçın skorunu belirleyen golü atmanın verdiği mutluluk da güçlü bir hismiş. Fakat kısa sürermiş. Aynı o golü yemenin neden olduğu üzüntünün de güçlü ama etkisi kısa süreli bir his olduğu gibi. Lakin bir başkasına empati duymak, başkalarına yardım etmek çok daha uzun süren bir mutluluk sağlıyormuş.
Tabii bir de şükretmenin ilahi gücü var. O da yadsınamaz. Boşuna Live Love Thank demedik her halde 😉 40 yıllık yaşanmışlıklar, gözyaşlarının ve öforik anların analizi, bilimsel çalışmaların takibi, dünyanın bir ucundan diğer ucuna yoyo gibi zıplama pratiği, biraz peri tozu, epey de inanç var bu mutluluğun formülü içinde!
Ne olmak istiyorum biliyor musunuz? Guru! Evet. ‘Mutluluk Gurunuz’ olmak istiyorum! Kendi debelenmelerim ve araştırmalarım içinde keşfettiğim küçük formüllerle, minik ama etkili ‘gaz’larla, yazıları okurken dudağınızın hafiften yukarıya doğru kıvrılmasını, kendinize inancınızın ve sevginizin artmasını istiyorum. Tabii ki sizin de önerilerinize, tecrübelerinize sonsuz açığım. Hepimiz birbirimizin ‘Mutluluk Guru’su olabiliriz!
Şu anda tango yapıyoruz gibi geliyor mesela. Tango yapmayı bildiğimden değil, ama karşılıklı risk, güven, çekim ve ritim içeren bir dans olduğu için. Sonuçta yaşam denen zorlu oyunu şikayet ederek, altında ezildiğimizi, kaybettiğimizi hissederek de oynayabiliriz, birbirimizi sevip, birbirimize güvenip, destek olup birlikte bir ritim bularak da.
Dünyanın iki ucundaki güzel insanlar!
Balıkçı Ahmet ve Murat
Ekim ayında Kanada’ya gelmeden önce, tanıştığımızdan beri her yıl yaptığımız gibi, Umur’un favori mekanı, Olimpos’a gitmiştik. Plajda doluya bile yakalandığımız bu tatilde yeni oyuncağımız GoPromuz ve şnorkellerimizle denizde oynarken koya küçük bir balıkçı teknesi geldi. Demir attılar. Biri fileleriyle bir şeyler yapmaya başladı, diğeri de teknenin içinde başka işlerle meşguldü. Çocukluğum yazları Burgazada’da ve Hamdi abinin balıkçı teknesinde geçtiği için, teknelere ve balık ağlarına mıknatıs gibi çekilirim. Nitekim bu defa da öyle oldu. Umur zaten benden daha sosyal bir kelebek olduğu için hemen yaklaştı ve balıkçılarla muhabbete başladı. Ben de kayalara tırmanma ve denize atlama oyunuma ara verip yanlarına yüzdüm. Umur’u ve beni teknelerine davet edip yukarı çektiler. Ayağım kayıp filelere doğru düşünce de büyük balık diye dalga geçtiler. Velhasıl kaşla göz arasında soyulmuş ve dilimlenmiş meyve, ev yapımı şarap ikramlarıyla bizi misafir ederlerken, mukaddes sohbetleriyle adeta paradigmamızı değiştirdiler. Ahmet ve Murat, Çorum’da (doğru hatırlıyorsam) araba tamircisi olarak çalışıyorlarmış. Bildiğiniz mekanik ustalar yani. Denizle alakası olmayan insanlarmış. Bir gün demişler ki yahu balık tutsak, tuttuğumuz yesek, fazlasını satsak, öyle yaşasak nasıl olur? Ve yapmışlar bunu.
Olympos yakınlarında, sadece günlük turların birer saat uğradığı, bakir bir koyu mesken edinip, bu Zen hayata başlamışlar. Hiç bir maddi kazanç ya da başarı hedefleri olmadan, stresten uzak olacakları balıkçı yaşamını seçmişler. Doğanın onlara verdikleriyle yetinen, sıkıldıklarında 1-2 insan görmek için Olimpos koyuna çekip ağlarını tamir eden, denizin içinden yükselen karlı tepelere bakıp tatlı şaraplarını içen bu iki adam, hayatın ne kadar basit, güzel ve tatmin edici olabileceğini göstermişti bize. Ancak Tibet’te bir Budist tapınağında yaşayan keşişlerden bir gün hayatın anlamını öğrenirim diye düşünürken, yani keşişimi gökte ararken, denizde bulmuştum. O mütevazi balıkçı hayatına bir gün erişebilmek umdumla, saygıyla, hürmetle, sevgiyle eğiliyorum önlerinde.
Trendeki Yabancı
Önünde sevgiyle, teşekkürlerimle eğilmek istediğim ve yaptığı iyilikten ötürü çok mutlu bir zat olduğunu düşündüğüm diğer kişi ise yüzünü hiç görmediğim biri.
Annemi havaalanına bırakıp, pasaport kontrol kuyruğunun artık göremediğim derinliklerine kayboluşunu izledikten sonra, ertesi sabah erkenden işe gidecek olmanın yorgunluğuyla trene yürüdüm. Biletimi kredi kartımla makinadan alıp, kapıları kapanmak üzere olan trene koştum. Yetişemedim. Bir sonraki tren 15 dakika içinde hareket edecekti. Hay Allah. N’apalım? Yapcak bir şey yok. Bekleyeceğiz. Kulaklık, telefon, müzik falan derken biletimi de elime alayım, kontrole gelirler belki dedim. Ne? Bu bilet değil ki? Başka birinin American Express fişi! Amanın diyerek dışarı koştum ve en yakınımdaki görevliye ‘ay bu benim biletim değil galiba? Benim fişim bile değil? Yanlış kağıdı almışım’ dedim. ‘Hay Allah, hemen koş bak bakalım hala makinada mı biletin’ dediler. Koştum. Başkaları kendi biletlerini alıyordu. Ortada bilet milet kalmamış. Biri almış gitmiş. Dudaklarım bükük döndüm. ‘Yok’ dedim görevliye. Kadın gerçekten üzüldü ama bir güvence istiyor tabii. ‘Cep telefonunda banka aplikasyonun varsa gösterebilir misin yaptığın son işlemi?’ diyor. Deniyorum ama giremiyorum bi türlü uygulamaya. Kahretsin. ‘Eminsin değil mi? Onay geldi makinadan? Kartını al yazdı?’ falan diye hala soruyor kadın. ‘Evet evet’ diyorum ama kanıtlayamıyorum.
Alıyım bi bilet daha. $12 az değil ama napayım?
‘Dur biraz daha, kondüktörle bir konuşayım’ diyor. ‘Çok teşekkür ederim yardım ettiğiniz için’ diyorum. Bekliyorum. Ama bu treni de kaçırıp bir sonraki trene kalmak istemiyorum. Çok yorgunum. 5 dakika kadar sonra görevli gülümseyerek yanıma geliyor, elinde bir bilet ve benim kredi kartı fişim var. ‘Kondüktörle konuştum ve biletin bulundu’ diyor. Nasıl yani? ‘Senden sonra makinayı kullanan bey biletini ve fişini orada görmüş, almış. Unutan belki bu trendedir diye kondüktöre vermiş’ diyor. İnanabiliyor musunuz sayın seyirciler?!?! Beni bu kadar mutlu eden o adam ne kadar daha mutlu olmalı? Uzaktan halimi gördüyse, ifademin değişimine tanık olduysa, yardım edenlerde otomatik olarak salgılanan dopamin kokteylinden ne kadar sarhoş oldu kim bilir? Kendisine teşekkür bile edemedim. Görevlilere sundum sevgimi ve şükürlerimi. Onlar da müthişti tabii. Eminim ki benim sakarlığımdan ve şaşkınlığımdan onlar da iyi dopamin kafası oldular.
İşte böyle. Diyorum ki bu kafayı hep yaşayalım ve yayalım etrafa. Ben size, siz ötekine, öteki bana, dönsün dursun iyi niyetimiz. Dönsün dönsün yine bizi bulsun. Başımızı döndürsün. Gülümseyelim. Kikirdeyelim. Çocuklar gibi şen olalım.
Bütün bunlar mümkün. Elimizde. Daha doğrusu beynimizde. Niyetimizde.
Yaşa Sev Şükret. Live Love Thank çünkü bir olmadan diğerleri olamıyor.
Canım kızım, her zaman heyecanla okuyorum. Çok güzel yazıyorsun, bugün de okurken aynı şekilde beni yazdığın için öyle heyecanlandım ve çok hoşuma gitti, orada mutlu olmana çok seviniyorum. İnşallah umur da yanına gelir beraberce mutlu daha mutlu olursunuz yazılarının devamını bekliyoruz, ellerine sağlık, öpüyorum…
40 kaplan gücündeki annem, çok teşekkürler 🙂
Petek’ciğim,yazmana çok seviniyorum.Çalışma saatlerin..internet olanakların ve daha bir sürü şey düşünerek arayamıyorum seni.Bu yüzden sanki telefonla konuşur gibiyiz seni okurken.Karşımda seni görüyorum ,her cümlendeki ses tonunu,yüz ifadeni hayal ederek.
”Başkaları için bir şey yapabilmek ” tarafımca birçok kez denenmiş ve onaylanmış bir mutluluk formulüdür. Bir diğeri de ”kendim için küçük mutluluk saatleri yarattığım anlar,ve bunun farkındlığını yaşamak”..Senin için dileğim, ”mutlu olacağın yerde,sevdiceğinle mutlu olduğunu hissettiğin zamanların biran önce gelmesi”..Kucak dolusu sevgimi yolluyorum sana.
..
Sevgi ile tsk yazilariniz iyi geliyor banada. Su ara ingilizce öğrenmeye odaklanamayip erteleme durumundayım ha bire:(
Esra! Ben yogaya başladım! Çok iyi geldi. Sen de ingilizceye saldır. İnsan başlayınca devamı geliyor. Çok iyi hissediyorsun kendini. Yogaya yeniden başladığımdan beri ofisteki mutluluk seviyem arttı. Dün işten geç çıkabildiğim için kaçırdım yoga dersimi ve bugün motivasyon olarak yerlerleydim. Her kas çalıştırınca iyi oluyor. Beyin de bir kas biliyorsun. İngilizceyi beyin kasınla çalışıyorsun. Ne kadar çalıştırırsan o kadar iyi olacak ve daha önemlisi iyi hissedeceksin kendini. Kanada’ya ilk gelişimde İngilizce biliyor olduğumu düşünsem de espirileri anlamıyordum. Hatta Türk arkadaşlarla bir araya geldiğimizde birbirimize ilk itirafımız, etrafımızda yapılan esprileri anlıyormuş gibi yapıp, güldüğümüzü söylemek olmuştu. Sonra yavaş yavaş esprileri anlamaya başladım. En güzel an neydi biliyor musun Esra, İngilizce yaptığım ilk espiriye Kanadalıların güldüğü andı. O noktada dünyanın efendisi, adeta Donald Trump, gibi hissediyorsun kendini. Kötü Trump espirim bir yana, sana söyleyeceğim tek bir şey var: YES YOU CAN!
Motivasyon gurusu iş başında:)